16 Mart 2009 Pazartesi

Geçmiş Zaman Olur Ki...

"İtalyan sinemasından sonra, memleketimizde başarılı Fransız filimlerine de ilgi gösterilmiye başlaması hakikaten memnuniyet verici. Birkaç ithalci firmanın listelerinde, son yıllarda Fransa'da çevrilmiş belli başlı eserlere raslamak mümkün, 34 seneyi bulan başarılı mazisiyle sinema tarihinde önemli bir yere sahibolan rejisör Rene Clair'in 1955'te çevirdiği 'Büyük Manevralar' (Les Grandes Manoeuvres)'i hemen zikredelim. Clair'in bu eserinde Gerard Philippe ve Michele Morgan oynuyorlar. Rejisör Rene Clement'in geçen yıl Venedik Festivalinde takdirle karşılanan 'Gervaise' adlı eseri Avrupa'nın en kabiliyetli aktrislerinden Maria Schell'i 1957 - 1958 mevsiminin en iyi oyuncuları arasına sokacak 'Gervaise' Emile Zola'nın ünlü eserini realist bir atmosfer içinde, gayet akıcı bir üslupla perdeye naklediyor."
Alıntıdır - Hayat Sinema Yıllığı 1958 (Yazan Tuncan Okan)

Üçüncü Adam / The Third Man - Carol Reed (1949)


Carol Reed'in 1949'da Avusturya'da çektiği "Üçüncü Adam", kusursuz denebilecek bir “kara film” örneği.


Amerikalı bir yazar, Avusturya'da yaşayan arkadaşının iş önerisi ve daveti üzerine Viyana'ya gider ancak ulaştığında arkadaşının bir trafik kazası sonucu (evinin önünde, kendi şöförü, kendi arabasıyla çarpmıştır) öldüğünü öğrenir. Görgü tanıklarının ifadelerinin farklılığı ve merhumun sevgilisinin tuhaf tavırları, olayı araştıran sevimsiz dedektife rağmen, yazarı, herşeyi geride bırakıp ülkesine dönmek yerine olayın derinliklerine inmeye iter...


Gizemli bir ölüm, savaş sonrası kendi düzenini oluşturmuş karanlık bir şehir, güzel ve sır dolu bir kadın, entrikalar... Bir kara filmin neredeyse olmazsa olmazları. Peki filmi farklı kılan ne? İkinci Dünya Savaşı sonrasında devam eden haksızlıkları, iyi - kötü çatışmasını temel alan öyküsünü izleyiciye taşıyan, dönemi bazen kinayeli biçimde eleştiren başarılı senaryosu, sinemasal anlatımı zenginleştiren muazzam görüntüleri, etkili oyunculukları ve son derece keyifli bir müzik.

Yan karakterlerden Anna'yı oynayan Alida Vali, bu performansının ardından Hitchcock'un da gözde kadın oyuncuları arasına girmiş. Ama filmin en özel karakteri, kısa rolüne rağmen büyük iz bırakan Orson Welles. Filmin sonlarına doğru ilk göründüğü an, filmin en önemli sahnelerinden biri. Sonrasında da gerek oyunculuğu gerek replikleri ile dikkatler üzerinde yoğunlaşıyor. “İtalya’da 30 yıl boyunca Borjiyalar vardı. Yani savaş, kıyım, cinayet… ama Michalengelo, Leonardo ve Rönesans aynı dönemde var oldular. Oysa İsviçre’de kardeşlik, demokrasi ve barış vardı. Ama ne yaratabildiler? Sadece guguklu saat!”

Filmde kullanılmış olan tüm mekanlar, çok özel birer dekor olarak hizmet etmiş, en başta Viyana sokakları. Gece çekimlerinde, ıslak taş yollar ilk anda tesadüfen yer almış ama sonrasında görüntü yönetmeninin özel tercihi olarak çoğunlukla ıslak kalmış. Filmin önemli kısmında gece çekimlerine yer verilmiş. Carol Reed’in kısa zamanda filmi kotarabilmek için iki ayrı ekiple günde yaklaşık 20 saat çekim yaptığı biliniyor. Bu süreçte ise en büyük zorluğun Orson Welles'ten kaynaklanmış olduğu söyleniyor. Öyle ki ilk anda rolünü çok kısa bulup uzatılmasını isteyen star, kanalizasyon sahnelerinde parfümlü sular sıkılmasını talep etmiş ve çoğunlukla da dublör kullanmış.

Filmle beraber hatıralara kazanan bir diğer unsur ise, Anton Karas tarafından bestelenen ve zither adlı bir enstrümanla çalınan naif müzik.


Üçüncü Adam’ın 1950 yılında Oscar aldığını da unutmayalım.

Issız Adam - Çağan Irmak (2008)

Bir ıssız adamdır gidiyor.
Sevgilisini kolundan tutup filmi izlemeye götüren kadınlar, salya sümük ağlayanlar, finalde alkışlayanlar(!), Beyoğlu'nda eski plak - pikap peşine düşenler, muhtemelen soundtrack'ini binlerce kez dinleyecek olanlar... Çekimlerin yapıldığı kafe, Alper'le Ada'nın yürüdüğü sokaklar ayrı bir önem kazandı zaman içinde. Yakında Issız Adam turları yapılmaya da başlarsa şaşırmam.
Ne çok ihtiyacımız varmış bir duygu filmine!
Film, dışarıdan normal görünse de aslında marjinal bir hayat yaşayan bir erkekle, aşk darbeli bir kadının paylaştıklarını anlatıyor. Kadın bilgeliğiyle erkeği bir ev kuzusuna dönüştürüyor (bir dokunuşta!) ama bu dönüşüm ne kadar sağlıklı ve uzun süreli oluyor, tartışılır, zaten biz de aslında onu izliyoruz.
Öykü, modern hayatın ilişkilerinden ve paylaşılan aşk acılarından yola çıkılarak yazılmış. Belli ki yönetmenin yaşanmışlıklarını da fazlasıyla taşıyor. Aslında çok dar bir çerçevede ele alınmış bir hikaye olsa da kısa zamanda büyük izleyici kitlesine ulaştı. Kadınlar, erkekler, evliler, bekarlar, şehirliler, taşralılar herkes filme akın ediyor, filmden bahsediyor. İzleyici profilinin şaşırtıcı şekilde geniş olması bu insanların ortak paydasının, nasıl yaşanırsa yaşansın, "aşk" olduğunu gözler önüne seriyor!
En konvansiyonelinden en modernine, "aşk"ın alıcısı her zaman vardır ama Issız Adam'da durum biraz daha farklı. Issız adam, modern bir Yeşilçam filmi, özlediğimiz, nostaljik (özenle seçilmiş müziklerle de besleniyor)... Günümüzde geçiyor, yaşanan... Hem kadını, hem erkeği hem de aileyi içine katmış, anonim... Ve bu formülle Çağan Irmak Türk izleyicisini damardan yakalamış.
Teknik açıdan, senaryoda ve akışta sorunlar hissedildğini söylemek gerek, özellikle zaman konusunda... Irmak anlatımda kimi yerlerde kolaya kaçmış. Küçük kız çocuğu = özlem, toka = pişmanlık gibi... Hele son sahnedeki iç ses ve flashback görüntüler... Belki tam bir Yeşilçam filmi olması için böyle düşünüldü ama daha iyi çözümler yine de bulunabilirdi.
İşin ilginç tarafı, sineması tartışılabilecek bir film ama sonradan kendini bir şekilde sevdiriyor. Bunda büyüyen Çağan Irmak sevgisinin de payı olabilir. Ama esas olan şu ki Yeşilçam'ı özlemişiz. Öyle görünüyor ki bu izleyici yeni melodramları da sevgiyle bağrına basmaya hazır.

Barcelona Barcelona Barcelona


Sıkı bir New Yorker olan Woody Allen artık kendini Avrupa’lı hissediyor. Match Point’ten beri Avrupa’da film çekiyor, Avrupa onu giderek kendi içine çekiyor.
Yönetmen sanki, filmlerinin yeni mekanlarıyla New York’a nispet yapıyor.

İspanya’ya tatile giden 2 Amerika’lı kadınla ilgili bir yaz hikayesini anlatan Vicky Cristina Barcelona, fazlasıyla cezbedici bir yapım. “Barcelona’da geçen ve başrollerde Scarlette Johansson, Javier Bardem, Penelope Cruz gibi isimlerin yer aldığı, ilişkiler üzerine bir film” gibi kısa bir tanımlama zaten filmi yeterince cazip kılıyor. Ama bunun bir “Woody Allen filmi” olması filmi kesinlikle daha seksi, keyifli, renkli hale getiriyor.

Vicky (Rebecca Hall) ve Cristina (Scarlett Johansson) adlı iki genç ve güzel Amerikalı arkadaş yaz tatilini geçirmek için Barselona'ya gelirler. Vicky evlenmek üzere olan, oldukça muhafazakâr bir gelin adayıdır. Cristina ise tutku arayan bir maceracı. İkilinin yaz tatili, seksi ve bohem ressam Jose'yle (Javier Bardem) tanışmaları ve onunla kısa bir tatile çıkmalarıyla yön değiştirir.
Önce Cristina ile ilgilenen ve bu ilgisine karşılık bulan Jose, sürpriz bir şekilde Victoria’yla yakınlaşır ve güzel bir gece geçirirler. Ancak Jose, Victoria’nın düzenli hayatını bozmak istemez. Zaten bu aşamada Victoria'nın nişanlısı da Barcelona'ya gelir ve evlenirler.
Maceraların kadını Cristina, Jose ile tutkulu ve sanat dolu bir beraberliğe girer. Tam herşey istediği gibi giderken, José'nin bir türlü kopamadığı Maria (Penelope Cruz) çıkagelir ve ilişkileri daha ilginç bir hal alır. Diğer tarafta ise Vicky, düzenli hayatını ve geleceğini sorgulamaktadır.
Yolculuğun sonunda her ikisi de hayattan ve aşktan ne istediklerini ve ne yapabileceklerini keşfederler, en azından bir ipucu...

Vicky Cristina Barcelona, çok basit bir film gibi görünmesine rağmen aslında son derece zengin bir hikaye anlatımı, karakter derinliği olan bir film. Bu da tamamen Woody Allen'ın öykücülüğünden ve zekasından kaynaklanıyor. Başka birisi çekse saçma kaçabilecekken Woody Allen dokunuşuyla zekice kotarılmış senaryo, eğlenceli dialoglarla dolu. Maria'nın Cristina'ya "sen ilişkimizdeki eksik malzemeydin" deyişi, Cristina'nın ilk üçlü ilişki deneyiminden bahsettikten sonra "gay misin?" sorusuna "Ben, benim" diye cevap verişi, Amerikan olana ince göndermeler izledikten sonra hemen herkesin aklında kalacak cümlelerden...

Temelinde birbirinden çok farklı karakterde iki kadının bir adam etrafında kendilerini tanımalarıyla ilgili eğlenceli bir film olan Vicky Cristina Barcelona, aynı zamanda Amerikalı - Avrupalı olanı da karşılaştırıyor. Allen, filminde herzamanki gibi birbirine benzer ilişkileri, klişe amerikalıları eleştiriyor. Avrupa ve Barcelona hayranlığını vurgularken Avrupalıların sanata olan bakış açısının farklılığının altını çiziyor. Hikayede Barcelona sadece bir mekan değil, iki kadının yolculuğundaki sesiyle, müziğiyle insanlarıyla, renkleriyle yön veren bir unsur, hatta başlıbaşına bir karakter. Barcelona görüntüleri filme renk katıyor. Bazı karelerin "tipik Amerika'lı turistlerin fotoğraf albümlerindenmiş gibi" olması ise yönetmen tarafından belki de bir başka eleştirel araç olarak kullanılıyor.

Yaklaşık 35 yıldır senaryo yazan, yöneten, oynayan 74 yaşındaki sanatçı Woody Allen'ın müthiş metinleri ve en basit konuyu bile ilginç hale getirme becerisinin yanında filmin en güzel tarafı ise Penelope Cruz'un ilk göründüğü kareden itibaren kışkırtıcı, büyüleyici dopdolu oyunculuğu.

Vicky Cristina Barcelona, oyuncularıyla, müziğiyle çok keyifli bir film...