18 Nisan 2009 Cumartesi

Sessiz Kaos - Caos Calmo (2008)

Özellikle televizyon için yaptığı yapımlarla ve Avrupa'da ilgiyle karşılanan "Bits and Pieces" gibi sinema filmleriyle tanınan İtalyan yönetmen Antonello Grimaldi'nin yönettiği Sessiz Kaos, Sandro Veronesi'nin 2007 yılında yazdığı aynı adlı çok satan romanından uyarlama bir film. Filmin senaryosunu başrolde izlediğimiz Nanni Moretti ile birlikte Laura Paolucci ve Francesco Piccolo yazmış.
Başlıca rollerini Nanni Moretti, Valeria Golino, Isabella Ferrari ve Ferzan Özpetek'in Hamam filminden tanıdığımız yakışıklı oyuncu Allessandro Gassman paylaşıyorlar. Filmin birbirinden etkileyici müzikleri ise Radiohead, Stars gibi gruplara ait. "Sessiz Kaos" adını taşıyan ve 2008 İtalya David di Donatello Ödüllerinde En İyi Parça ödülüne layık görülen müzik ise Paolo Buonvino'nun. Film, David di Donatello'da ayrıca En İyi Müzik ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Isabella Allessandro Gassman) ödüllerini almış, 2008 Chicago Ödüllerinde ise En İyi Senaryo ödülüne layık görülmüş. Sessiz Kaos, İstanbul Uluslararası Film Festivali'nde "Aşk Olsun" kuşağında gösterildi.
Sakin bir yaz gününde plajda boğulmakta olan iki kadını kurtaran Pietro (Nanni Moretti) ve erkek kardeşi Carlo (Alessandro Gassmann) eve döndüklerinde Pietro'nun karısını düşerek ölmüş bulurlar. Başarılı işadamı Pietro, o andan itibaren küçük kızının bakımını tek başına üstlenir ve annesinin ölümünü büyük bir soğukkanlılıkla karşılayan kızına asıl o sığınır. Küçük kızı hergün okula götüren ve okulun önündeki parktan ayrılmadan ona yakın olmayı seçerek bir şekilde yas tutan Pietro, geçen zaman zarfında baldızı, kardeşi, iş arkadaşları tarafından parkta ziyaret edilir. Diğer velilerle (özellikle anneler) parkta biraraya gelir ve çevredeki sakinlerle bir rutin yaşamaya başlar. Kızının "arkadaşlarım benimle alay ediyor gidebilirsin" diyeceği güne kadar...
Filmin öyküsü, bir baba ve kızının yas dönemi üzerine kurulu olmasına rağmen içinde karışık aşk meseleleri, iş hayatındaki entrikalar, insanların birbirleriyle ilgilenme - farkında olma halleri ve farklı yaşam hikayeleri birlikte örülmüş. Sayılı mekanda, sayılı karakterle anlatılan öykü, güzel görüntüler ve romantik müziklerle çok etkili bir hale geliyor. Sessiz Kaos, ölüm acısını yumuşak bir dille anlatan keyifli bir film. Filmin sürprizi ise, Pietro'yla konuşmaya gelen önemli 1 işadamı rolündeki Roman Polanski.

9 Nisan 2009 Perşembe

PAZAR: Bir Ticaret Masalı (2008)

2008 Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Kostüm dallarında 4 ödüle layık görülen Pazar: Bir Ticaret Masalı, İngiliz Yönetmen Ben Hopkins'in yazıp yönettiği bir "Türk filmi". Her ne kadar Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türk Filmi kategorisine almamış olsa da, yönetmen ve yapım ekibi bu filmi, "ortak yapım, bir Türk Filmi" olarak tanımlıyor. Başrolde oynayan Tayanç Ayaydın'ın Locarno Film Festivali'nde de En İyi Erkek Oyuncu ödülüne layık görülmüş olması dikkatleri bu genç oyuncuya çekiyor olsa da filmde çok özel bir rolü usta tiyatrocu Genco Erkal üstleniyor. Rojin'in türküleriyle ve renkli görüntüleriyle masalsı havası tamamlanan film Almanya - İngiltere - Türkiye - Kazakistan yapımı. Hemen hemen tüm oyuncuların Türk olduğu Pazar: Bir Ticaret Masalı'nın teknik yapısı, görüntü ve kurgusu uluslararası bir ekip tarafından kotarılmış.
Öykü yönetmenin yıllar önce okuduğu bir haber üzerine ortaya çıkmış. Moldovya'da komünizmin çöküşü ardından artan karaborsacılığı konu almak isteyen Ben Hopkins aslen evrensel olan bu konuyu Anadolu'da bir sınır kasabasında çekmeye karar vermiş. Ben Hopkins daha önce "Simon Magus" ve "Thomas Katz'ın Dokuz Yaşamı" adlı filmleri gerçekleştirmiş, festivaller vesilesiyle Türkiye'ye gelmeye başlamış, giderek Türkiye'de daha uzun dönemler kalmış ve ülkeyi gözlemlemiş bir yönetmen. Türkiye'de önce "Ölmüş Bir Koyunu Değerlendirmenin 37 Yolu" adlı belgeseli, yine Van'da çekmiş ardından da uzun yıllardır üzerinde düşündüğü filme "Pazar: Bir Ticaret Masalı"na sıra gelmiş.
Doğu'da bir sınır kasabasında, ufak tefek karaborsa işleri yaparak ailesinin geçimini sağlamaya çalışan Mihram (Tayanç Ayaydın), iyi bir yaşam için bir çıkış yolu aramaktadır. Kasabanın doktorunun, çalınan ilaçları yerine koymak üzere ona başvurması Mihram'a yüklü bir kazanç kapısını aralar görünür. Sınır ötesine, Azerbaycan'a giderken orada yaşayan amcası Fazıl'ı (Genco Erkal) da yardıma çağırırır. Birlikle, ilacı satın alacak parayı bulsalar da ilaç bulmak sandığı kadar kolay olmayacaktır.
Küçük paralarla küçük dünyalarını yaratmaya çalışan insanların sistem içinde sürüklenişlerini sorgulayan bir öykü Pazar: Bir Ticaret Masalı. Mihram, kafası çalışan, belki biraz uyanık bir karaborsacı. Aslında ne öyle çok büyük bir parada gözü var, ne de çok ulaşılmaz hayalleri. Köye baz istasyonu kurulduğunda, cep telefonu bayiisi olmayı kafasına koyuyor. Bu süreçte doktorun istediği ilaçları Azerbeycan'dan getirme misyonu doğuyor. Ancak Mihram'ın sermaye bulma yolculuğu onu farklı hesaplaşmalara götürüyor.
Sıradan bir adamın para peşindeki yolculuğunun para ile ilgili düzene bir ayna tutması fikri, öykünün temelini oluşturuyor. Fikir ve öykü basit ama çarpıcı. Metin de bu ruhu koruyor. Yönetmenin daha önceki filmlerinde kullanmış olduğu fantastik dil yerine oldukça gerçekçi bir anlatım dili var. Birkaç sahnede Rojin'in müzikal anlatımıyla masalsı - düşsel bir dokunuş yer alıyor ama genel olarak klasik bir anlatım. Gerek Rojin, gerek kostümler ve bazı dialoglarla ortaya çıkan oryantalizm filmi keyifli hale getiriyor. Film, komedi unsurları olan gerçekçi bir drama, ki mizah yönetmenin olmazsa olmazı. Ben Hopkins, Sinema Dergisi'ndeki söyleşisinde mizahsız ve umutsuz film çekemeyeceğini belirtiyor. Ancak bunca unsura rağmen fimde aksayan bir şeyler var. Öncelikle kurgu, noktalama işaretleri filmin temposunu bozuyor. Genel olarak görüntülerin de çok başarılı olmadığını söylemek mümkün. Filmi izlenir kılan güzel dialoglar, müzikler, ortaya çıkmış hoş gözlemler var, özellikle Genco Erkal'ın göründüğü andan itibaren film çok daha keyifli bir hale geliyor. Hatta 2 En iyi Oyuncu alan Tayanç Ayaydın'ın oyunculuğu bile Genco Erkal'ın ortaya çıkışıyla daha belirginleşiyor. Genel olarak "Pazar: Bir Ticaret Masalı" hoş bir film olarak tanımlanabilir, ancak Antalya'da 4 Altın Portakal almış olması, diğer filmler de tekrar düşünülecek olursa, şaşırtıcı.

4 Nisan 2009 Cumartesi

HOŞGELDİNİZ (2009)

Fransız yönetmen Philippe Lioret'nin yönettiği Fransa yapımı Hoşgeldiniz'de ünlü oyuncu Vincent Lindon'la beraber Türk oyuncular Fırat Ayverdi ve Derya Ayverdi rol alıyorlar. Bu yıl tamamlanan filmin Türk oyuncuları, yönetmenin geçtiğimiz sene İstanbul'a yaptığı ziyaretteki görüşmelerde belirlenmiş. 17 yaşında bir Kürt mülteci olan Bilal'i canlandıran Fırat Ayverdi, ilk oyunculuk deneyimi olmasına karşın oldukça akıcı bir oyunculuk sergilemiş.
Filmin öyküsünde mültecilerin sorunları, sevgilisine ulaşmak için dağları delmese de denizleri aşmaya çalışan bir genç ve bu gence yardım etmeye çalışırken kendine, ilişkisine ve yaşama karşı kayıtsızlığını fark eden bir adam var. 3 katmanlı öykü yepyeni bir önermeyle karşımıza çıkmasa da günümüz mülteci meselesine farklı bir coğrafyada yeniden değinerek bir vurgu yapıyor. Welcome, Fransa'daki politik tutumu ve toplumsal davranışa yansımış ırkçılığı bir kez daha gözler önüne seriyor.
Welcome, Fransa'nın kuzeyinde Calais adlı liman şehrindeki mültecilerin İngiltere'ye iltica çabasını konu alıyor. Filmin merkezde 17 yaşında Iraklı bir Kürt olan Bilal yer alıyor. 3 aylık zorlu bir yolculukla Fransa'ya ulaşan Bilal'in hedefi karşı kıyıya geçerek Londra'daki sevgilisine ulaşmaktır. Karayoluyla yaptığı kaçak geçiş denemesi başarısızlıkla sonuçlanan Bilal çareyi Manş'ı yüzerek geçmekte bulur. Ancak önce yüzme öğrenmesi gerekmektedir.
Vincent Lindon'un oynadığı Simon karakteri burada devreye girer. Simon, geçmişte başarılı bir yüzücüyken, belediye havuzunda kadınlara ve çocuklara yüzme dersi veren, sıradan biri olmuştur. Hayata karşı kayıtsızdır. Boşanmak üzere olduğu karısı ise şehirdeki mültecilere gönüllü yardım eden bir aktivisttir. Bilal ise, aşkına kavuşmak uğruna yüzme öğrenmeyi kafasına koymuş tutkulu bir gençtir. Bilal Simon'dan yüzme öğrenirken Simon için de hayata farklı bir pencereden bakma şansı doğar.
Filmin ismi 'Welcome', misafirperverliği vurgulayan bir kelime. Ancak filmin öyküsünün geçtiği ufak şehirde misafirperverlik çoktan yitirilmiş. Simon'un, eve aldığı mültecileri şikayet eden kapı komşusunun paspasındaki 'welcome' yazısı ise öyküde eksik olanın bir göstergesi.
Filmin görüntüleri ve kurgusu sıradan ilerliyor ancak sonuna doğru denizde geçen sahne aslında kısa olmasına karşın son derece başarılı ve nice büyük yapımda kullanılan benzeri görüntülerden daha etkili... Bu etki film boyunca denizi aşma hayalinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği merakının yükselişinden dolayı da "peek" yapıyor. Bi yandan da Truffaut'nun 400 Darbe'sindeki kıyılar bu defa başka bir özgürlük arayışına sahne oluyor...
Uzun yıllardır göçmenlerle ilgili sorunlarla boğuşan Fransa'yı son yıllarda kendi sinemacıları sert bir şekilde eleştirmeye başladı. Matthieu Kassavitz'in La Haine adlı filminin öncülüğünün ve yarattığı etkinin ardından bir çok film direkt veya dolaylı olarak göçmen meselesini ele aldı. Welcome da konusunu politik olan etrafında aktararak tavrını koyuyor. Film, Fransa'nın bu konuda birşeyler yapmasının zamanın çoktan gelmiş olmasından da dolayı siyasiler tarafından son derece önemsendi. İstanbul Film Festivali açılışındaki gösteriminden önce, yönetmen Lioret'nin yaptığı konuşmaya göre Welcome, geçtiğimiz günlerde Fransız parlamentosunda izlenmiş. Yönetmen filmin belki de bir kanun değişikliğine yol açacağını da ekledi. Sinemanın toplumsal hayata olumlu etkilerini hissetmek umut verici...
Welcome güncel bir politik - aşk filmi, izlenesi...

28. Uluslararası İstanbul Film Festivali başladı.

28. Uluslararası İstanbul Film Festivali, Lütfi Kırdar Kongre Merkezi'nde gerçekleştirilen bir açılış töreni ve film gösterimiyle, ardından da Beyoğlu'ndaki yeni Hayal Kahvesi'ndeki parti ile resmen başladı. Aslında ne kongre vadisindeki inşaatın ulaşımını zorlaştırdığı Lütfi Kırdar'daki açılış, ne de Hayal Kahvesi'nde düzenlenen parti, İstanbul'un festivaline yakışır derecede özel veya ihtişamlıydı. Özellikle CNNTürk'ten de canlı yayınlanan açılış seramonisinin oldukça sönük geçtiğini belirtmek gerek. Yine de festival izleyicisi için önemli olanın, bu organizasyonlardan ziyade festival programı olduğu çok açık.
Cumartesi sabahı İstiklal Caddesi'ndeki film seyircisi kalabalığı dikkat çekiyordu. Sinema kapılarındaki insanlar, film aralarında cafelerdeki sohbetler ve fuayelerdeki selamlaşmalar, festival coşkusunu asıl yansıtan anlardı...
Sinema sektöründen isimler dışında, çok sayıda öğrenci ve özellikle kadın, salonları büyük ölçüde doldurdu. İstanbul, güzel bir günde festival havasına büründü.
İstanbul'da bu tempo 16 gün boyunca sürecek. Bu 16 gün nasıl geçecek, ilgi nasıl olacak tam bir şey söylemek şimdilik mümkün değil. Son dönemde özellikle Türk filmlerindeki yükselişle artan izleme alışkanlığının festivale yansıması olası. Film seçkisinde de her zevke hitap edebilecek, eski, yeni, sanatsal, popüler, yabancı, yerli film var. İzleyici profilini genişleten bir unsur da bu çeşitlilik. Kısacası bu yıl festivalin görece daha başarılı olacağına dair ortak bir kanaat var. İki haftalık serüvenin nasıl bir sonuç getireceğini hep beraber göreceğiz.
İyi festivaller, iyi seyirler...

1 Nisan 2009 Çarşamba

A Ay - Reha Erdem (1989)

A Ay, Paris’te sinema ve plastik sanatlar eğitimi alan Reha Erdem’in, birkaç kısa filmin ardından biriktirdiklerini ortaya koyduğu ilk uzun metrajlı filmi. Film, yönetmenin sinema anlayışının ana akım Türk sinemasının oldukça uzağında olduğunun da bir ilk kanıtı.

Senaryosunu da Reha Erdem’in yazdığı, başlıca rollerinde Yeşim Tozan, Gülsen Tuncer, Nurinisa Yıldırım ve Munir Özkul’un yer aldığı A Ay, gösterime girdiği 1989 yılında özellikle Avrupa sinema dünyasında olumlu eleştiriler almıştı. Bir Türkiye – Fransa ortak yapımı olan A Ay, 1989 yılında Nantes – 3 Continents 2.lik ödülüne layık görülmüş, 1990 yılında Prix L’Age D’Or ve Avrupa Film Ödülü’ne de aday olarak gösterilmişti. Türkiye’de de Yazarlar Birliği, Reha Erdem’i yılın yönetmeni olarak seçmişti.[1]

A Ay, çok eski bir konakta yaşayan bir aileyi konu alıyor. İhtişamlı yapısına karşın aslında hiçbir zaman tamamlanamamış ve zamana, düzene yenilmiş bir harabe olan konağın sahipleri, mirasçıları ise dağınık bir aile.

Yekta, büyük halası ve yatalak dedesi ile birlikte bu konakta yaşamaktadır. Hasta büyükbabanın ömrünü harcadığı konağı ayakta tutmaya çalışan büyük hala, Yekta’ya sahip çıkmakta ancak kızın ruhsal iniş çıkışlarıyla baş edememektedir. Konaktan ayrı yaşayan, modern bir kadın olan küçük hala ise Yekta’yı konağın kasvetinden ve karanlık düşlerden uzak tutma çabasıyla gider gelir. Yekta ise iki halanın arasında, o yıkıldı yıkılacak konakta, düşlerini ayakta tutmaya çalışır. Küçük kız her akşam, ölmüş olan annesini görmek için konağın kulesinde, annesinin odasından denize bakmaya devam eder… Annesine ulaşmanın hayali ile… Ve, gerçekle hayal olanı sorgular…

Reha Erdem’in hikayesi, gerçekle düş arasında sıkışmışlığı anlatırken, yaşamın ve sistemin eleştirisini de yapmaktan geri kalmıyor. Ve tüm bunları yoğun metaforlarla, birbirine benzemeyen aile fertleri ve konak üzerinden gerçekleştiriyor. Bir konak, bütün ihtişamı ile arzu edilmiş ancak hiçbir zaman inşaatı dahi bitmemiş, hayal edenlerin hayatlarını tüketmiş… Konağın sahibi, kendi için değil konak için yaşamış bir hasta adam, ailesini kaybetmiş… Büyük hala, geleneksel olanı ve kaderciliği temsil eden, geleceği fallarda arayan… Küçük hala, eğitimi, rekabeti, parayı önemseyen, konağa ve ailesine kısmen sırtını dönmüş modern kadın… Ve Yekta: kendini bu dünyaya ait hissetmeyen ve annesinin hayaliyle kendine bir dünya kuran yalnız bir çocuk…

A Ay, 1989 yılında çekilmiş olmasına rağmen öncelikle siyah beyaz oluşuyla, ait olduğu dönem sinemasından farklılaşıyor. Ancak farklılık noktası sadece siyah beyaz oluşu değil. Zamansız fotoğrafları, Truffaut sinemasını hatırlatan tekrarlı; kesik; kimi zaman karmaşık kurgusu, teatral metni, farklı oyunculukları gibi birçok özelliğiyle A Ay, sadece döneminin sinemasından değil genel olarak Türk Sineması’ndan ayrışıyor.

Açılışta ardı ardına gelen, deniz; kayık; suda yüzen ölü kedi; saat; martı gibi görüntüler filmin gizemli, hayat ve ölümle ilgili düşsel yanını ilk anda izleyene sunuyor. Kurguda tekrarlarla bazı planlara dikkat çekiliyor, izleyici anlamlar aramaya itiliyor. Aslında anlam arayışı film boyunca kullanılan metaforlarla devam ediyor. A Ay bu yanıyla sinematografik bir bulmaca…

A Ay’ın biçim olarak Yeni Dalga esintileri taşımasına karşın akıma ters düştüğü bir nokta, doğallıktan uzak teatral dialogları, ki bu dialoglar karakterlerin taşıdığı donukluğu ve gizemi pekiştirmeye yaramış. Filmde kısa ve etkin rolüyle dikkat çeken ilginç bir karakter, Burgazada’daki, yarı deli kilise bekçisi rolündeki Münir Özkul. Özellikle filmin finalindeki tiradı ile filmin şiirselliğini destekliyor.

A Ay, düşsel, metaforik, zengin içeriği ve şiirsel anlatımı ile başkalaşıyor. Özgün müziği ve Vivaldi parçaları, nostaljik birer fotoğraf niteliğinde görüntüleri filmi daha izlenir kılıyor. Tüm bu unsurlarla A Ay, Türk sinema tarihinde özel bir yapıt olarak öne çıkarıyor.
[1] www.akbanksanat.com/film/155/a-ay

16 Mart 2009 Pazartesi

Geçmiş Zaman Olur Ki...

"İtalyan sinemasından sonra, memleketimizde başarılı Fransız filimlerine de ilgi gösterilmiye başlaması hakikaten memnuniyet verici. Birkaç ithalci firmanın listelerinde, son yıllarda Fransa'da çevrilmiş belli başlı eserlere raslamak mümkün, 34 seneyi bulan başarılı mazisiyle sinema tarihinde önemli bir yere sahibolan rejisör Rene Clair'in 1955'te çevirdiği 'Büyük Manevralar' (Les Grandes Manoeuvres)'i hemen zikredelim. Clair'in bu eserinde Gerard Philippe ve Michele Morgan oynuyorlar. Rejisör Rene Clement'in geçen yıl Venedik Festivalinde takdirle karşılanan 'Gervaise' adlı eseri Avrupa'nın en kabiliyetli aktrislerinden Maria Schell'i 1957 - 1958 mevsiminin en iyi oyuncuları arasına sokacak 'Gervaise' Emile Zola'nın ünlü eserini realist bir atmosfer içinde, gayet akıcı bir üslupla perdeye naklediyor."
Alıntıdır - Hayat Sinema Yıllığı 1958 (Yazan Tuncan Okan)

Üçüncü Adam / The Third Man - Carol Reed (1949)


Carol Reed'in 1949'da Avusturya'da çektiği "Üçüncü Adam", kusursuz denebilecek bir “kara film” örneği.


Amerikalı bir yazar, Avusturya'da yaşayan arkadaşının iş önerisi ve daveti üzerine Viyana'ya gider ancak ulaştığında arkadaşının bir trafik kazası sonucu (evinin önünde, kendi şöförü, kendi arabasıyla çarpmıştır) öldüğünü öğrenir. Görgü tanıklarının ifadelerinin farklılığı ve merhumun sevgilisinin tuhaf tavırları, olayı araştıran sevimsiz dedektife rağmen, yazarı, herşeyi geride bırakıp ülkesine dönmek yerine olayın derinliklerine inmeye iter...


Gizemli bir ölüm, savaş sonrası kendi düzenini oluşturmuş karanlık bir şehir, güzel ve sır dolu bir kadın, entrikalar... Bir kara filmin neredeyse olmazsa olmazları. Peki filmi farklı kılan ne? İkinci Dünya Savaşı sonrasında devam eden haksızlıkları, iyi - kötü çatışmasını temel alan öyküsünü izleyiciye taşıyan, dönemi bazen kinayeli biçimde eleştiren başarılı senaryosu, sinemasal anlatımı zenginleştiren muazzam görüntüleri, etkili oyunculukları ve son derece keyifli bir müzik.

Yan karakterlerden Anna'yı oynayan Alida Vali, bu performansının ardından Hitchcock'un da gözde kadın oyuncuları arasına girmiş. Ama filmin en özel karakteri, kısa rolüne rağmen büyük iz bırakan Orson Welles. Filmin sonlarına doğru ilk göründüğü an, filmin en önemli sahnelerinden biri. Sonrasında da gerek oyunculuğu gerek replikleri ile dikkatler üzerinde yoğunlaşıyor. “İtalya’da 30 yıl boyunca Borjiyalar vardı. Yani savaş, kıyım, cinayet… ama Michalengelo, Leonardo ve Rönesans aynı dönemde var oldular. Oysa İsviçre’de kardeşlik, demokrasi ve barış vardı. Ama ne yaratabildiler? Sadece guguklu saat!”

Filmde kullanılmış olan tüm mekanlar, çok özel birer dekor olarak hizmet etmiş, en başta Viyana sokakları. Gece çekimlerinde, ıslak taş yollar ilk anda tesadüfen yer almış ama sonrasında görüntü yönetmeninin özel tercihi olarak çoğunlukla ıslak kalmış. Filmin önemli kısmında gece çekimlerine yer verilmiş. Carol Reed’in kısa zamanda filmi kotarabilmek için iki ayrı ekiple günde yaklaşık 20 saat çekim yaptığı biliniyor. Bu süreçte ise en büyük zorluğun Orson Welles'ten kaynaklanmış olduğu söyleniyor. Öyle ki ilk anda rolünü çok kısa bulup uzatılmasını isteyen star, kanalizasyon sahnelerinde parfümlü sular sıkılmasını talep etmiş ve çoğunlukla da dublör kullanmış.

Filmle beraber hatıralara kazanan bir diğer unsur ise, Anton Karas tarafından bestelenen ve zither adlı bir enstrümanla çalınan naif müzik.


Üçüncü Adam’ın 1950 yılında Oscar aldığını da unutmayalım.

Issız Adam - Çağan Irmak (2008)

Bir ıssız adamdır gidiyor.
Sevgilisini kolundan tutup filmi izlemeye götüren kadınlar, salya sümük ağlayanlar, finalde alkışlayanlar(!), Beyoğlu'nda eski plak - pikap peşine düşenler, muhtemelen soundtrack'ini binlerce kez dinleyecek olanlar... Çekimlerin yapıldığı kafe, Alper'le Ada'nın yürüdüğü sokaklar ayrı bir önem kazandı zaman içinde. Yakında Issız Adam turları yapılmaya da başlarsa şaşırmam.
Ne çok ihtiyacımız varmış bir duygu filmine!
Film, dışarıdan normal görünse de aslında marjinal bir hayat yaşayan bir erkekle, aşk darbeli bir kadının paylaştıklarını anlatıyor. Kadın bilgeliğiyle erkeği bir ev kuzusuna dönüştürüyor (bir dokunuşta!) ama bu dönüşüm ne kadar sağlıklı ve uzun süreli oluyor, tartışılır, zaten biz de aslında onu izliyoruz.
Öykü, modern hayatın ilişkilerinden ve paylaşılan aşk acılarından yola çıkılarak yazılmış. Belli ki yönetmenin yaşanmışlıklarını da fazlasıyla taşıyor. Aslında çok dar bir çerçevede ele alınmış bir hikaye olsa da kısa zamanda büyük izleyici kitlesine ulaştı. Kadınlar, erkekler, evliler, bekarlar, şehirliler, taşralılar herkes filme akın ediyor, filmden bahsediyor. İzleyici profilinin şaşırtıcı şekilde geniş olması bu insanların ortak paydasının, nasıl yaşanırsa yaşansın, "aşk" olduğunu gözler önüne seriyor!
En konvansiyonelinden en modernine, "aşk"ın alıcısı her zaman vardır ama Issız Adam'da durum biraz daha farklı. Issız adam, modern bir Yeşilçam filmi, özlediğimiz, nostaljik (özenle seçilmiş müziklerle de besleniyor)... Günümüzde geçiyor, yaşanan... Hem kadını, hem erkeği hem de aileyi içine katmış, anonim... Ve bu formülle Çağan Irmak Türk izleyicisini damardan yakalamış.
Teknik açıdan, senaryoda ve akışta sorunlar hissedildğini söylemek gerek, özellikle zaman konusunda... Irmak anlatımda kimi yerlerde kolaya kaçmış. Küçük kız çocuğu = özlem, toka = pişmanlık gibi... Hele son sahnedeki iç ses ve flashback görüntüler... Belki tam bir Yeşilçam filmi olması için böyle düşünüldü ama daha iyi çözümler yine de bulunabilirdi.
İşin ilginç tarafı, sineması tartışılabilecek bir film ama sonradan kendini bir şekilde sevdiriyor. Bunda büyüyen Çağan Irmak sevgisinin de payı olabilir. Ama esas olan şu ki Yeşilçam'ı özlemişiz. Öyle görünüyor ki bu izleyici yeni melodramları da sevgiyle bağrına basmaya hazır.

Barcelona Barcelona Barcelona


Sıkı bir New Yorker olan Woody Allen artık kendini Avrupa’lı hissediyor. Match Point’ten beri Avrupa’da film çekiyor, Avrupa onu giderek kendi içine çekiyor.
Yönetmen sanki, filmlerinin yeni mekanlarıyla New York’a nispet yapıyor.

İspanya’ya tatile giden 2 Amerika’lı kadınla ilgili bir yaz hikayesini anlatan Vicky Cristina Barcelona, fazlasıyla cezbedici bir yapım. “Barcelona’da geçen ve başrollerde Scarlette Johansson, Javier Bardem, Penelope Cruz gibi isimlerin yer aldığı, ilişkiler üzerine bir film” gibi kısa bir tanımlama zaten filmi yeterince cazip kılıyor. Ama bunun bir “Woody Allen filmi” olması filmi kesinlikle daha seksi, keyifli, renkli hale getiriyor.

Vicky (Rebecca Hall) ve Cristina (Scarlett Johansson) adlı iki genç ve güzel Amerikalı arkadaş yaz tatilini geçirmek için Barselona'ya gelirler. Vicky evlenmek üzere olan, oldukça muhafazakâr bir gelin adayıdır. Cristina ise tutku arayan bir maceracı. İkilinin yaz tatili, seksi ve bohem ressam Jose'yle (Javier Bardem) tanışmaları ve onunla kısa bir tatile çıkmalarıyla yön değiştirir.
Önce Cristina ile ilgilenen ve bu ilgisine karşılık bulan Jose, sürpriz bir şekilde Victoria’yla yakınlaşır ve güzel bir gece geçirirler. Ancak Jose, Victoria’nın düzenli hayatını bozmak istemez. Zaten bu aşamada Victoria'nın nişanlısı da Barcelona'ya gelir ve evlenirler.
Maceraların kadını Cristina, Jose ile tutkulu ve sanat dolu bir beraberliğe girer. Tam herşey istediği gibi giderken, José'nin bir türlü kopamadığı Maria (Penelope Cruz) çıkagelir ve ilişkileri daha ilginç bir hal alır. Diğer tarafta ise Vicky, düzenli hayatını ve geleceğini sorgulamaktadır.
Yolculuğun sonunda her ikisi de hayattan ve aşktan ne istediklerini ve ne yapabileceklerini keşfederler, en azından bir ipucu...

Vicky Cristina Barcelona, çok basit bir film gibi görünmesine rağmen aslında son derece zengin bir hikaye anlatımı, karakter derinliği olan bir film. Bu da tamamen Woody Allen'ın öykücülüğünden ve zekasından kaynaklanıyor. Başka birisi çekse saçma kaçabilecekken Woody Allen dokunuşuyla zekice kotarılmış senaryo, eğlenceli dialoglarla dolu. Maria'nın Cristina'ya "sen ilişkimizdeki eksik malzemeydin" deyişi, Cristina'nın ilk üçlü ilişki deneyiminden bahsettikten sonra "gay misin?" sorusuna "Ben, benim" diye cevap verişi, Amerikan olana ince göndermeler izledikten sonra hemen herkesin aklında kalacak cümlelerden...

Temelinde birbirinden çok farklı karakterde iki kadının bir adam etrafında kendilerini tanımalarıyla ilgili eğlenceli bir film olan Vicky Cristina Barcelona, aynı zamanda Amerikalı - Avrupalı olanı da karşılaştırıyor. Allen, filminde herzamanki gibi birbirine benzer ilişkileri, klişe amerikalıları eleştiriyor. Avrupa ve Barcelona hayranlığını vurgularken Avrupalıların sanata olan bakış açısının farklılığının altını çiziyor. Hikayede Barcelona sadece bir mekan değil, iki kadının yolculuğundaki sesiyle, müziğiyle insanlarıyla, renkleriyle yön veren bir unsur, hatta başlıbaşına bir karakter. Barcelona görüntüleri filme renk katıyor. Bazı karelerin "tipik Amerika'lı turistlerin fotoğraf albümlerindenmiş gibi" olması ise yönetmen tarafından belki de bir başka eleştirel araç olarak kullanılıyor.

Yaklaşık 35 yıldır senaryo yazan, yöneten, oynayan 74 yaşındaki sanatçı Woody Allen'ın müthiş metinleri ve en basit konuyu bile ilginç hale getirme becerisinin yanında filmin en güzel tarafı ise Penelope Cruz'un ilk göründüğü kareden itibaren kışkırtıcı, büyüleyici dopdolu oyunculuğu.

Vicky Cristina Barcelona, oyuncularıyla, müziğiyle çok keyifli bir film...